23 Mayıs 2012 Çarşamba

ARAF'IN BEKÇİSİ

Gözlerimi kapayınca içimden inanmak geliyor. Her şeye inanmak istiyorum. Katılmak istiyorum. Doğanın yüreğinden bir parçaya iman ediyorum. Günün tüm yorgunluğu sis bulutları gibi dağılıp gidiyor. Elimde bir tek "ben" kalıyorum. Onunla sevişiyorum. İsteklerini yerine getiriyorum. Meselâ, kendime sımsıkı sarılıyorum. Düşlerimle oynuyorum. Seviyorum kimsesiz karanlığımı... Gözlerimi tekrar açıncaya kadar.

İlk gördüğüm daima yansıma oluyor. Büyük yanılsama! Senden nefret ediyorum. İkinci ve diğer görüntüler beyin yollarıma ilişene kadar mutluluğun ve huzurun daimi olduğuna inanıyorum. Ve sonra, saatlerce, gece uyanıncaya dek, öldürmek istiyorum. En başta kendimi öldürmek istiyorum. Ve benliğimi sezgileriyle biçimlendiren her şeyi. Fakat gücüm sadece zamana yetiyor. Yaşadığım lahzaları öldürüyorum. Çalışmıyorum. Bakmıyorum. Görmüyorum. Duymuyorum. Sevmiyor, ve istemiyorum. Onları böyle böyle öldürüyorum. Çoktandır pis bir kâtilim. Biliyorum. Daha da öldüreceğimi ve içimde alevlenen bu isteği yenemeyeceğimi; ışıksızlığın ve sessizliğin cazibesinden kurtulamayacağımı biliyorum. Aksini istemiyorum da...

Düşünüyorum: Bana ne verebilir hayat? Tatmadığım pek bi' yanı kalmadı. Belki güzel kadınların diri ve canlı göğüslerinde saatler harcayabilir ve sevişmenin anlamını tekrar tekrar yitirebilirim. Yani bunu verebilir sadece hayat; giderek daha da anlamsız oluşunu tüm her şeyin. Bunu istemiyorum. Bir şeylerin hayallerimi süslemesi hoşuma gidiyor. Biliyorum, hiç olmayacaklar; dilediğim kadar özgür kalamayacağım; hırsla özleyeceğim bir dostum da olmayacak. Ve tüm bunlar da umurumda değil. Gerçekliğin kusturan renkleri karşısında, yalnız olmak ve bir hayal dünyasında yaşamak çok daha mantıklı değil mi? Bir defasında şöyle demiştim: 'Beş dakika durup düşünmek yerine, beş dakika içerisinde intihar etmek daha akıllıca bir iştir!' Bunu sadece fikirlerimle ne kadar örtüştüğünü tekrarlamak istediğimden yazdım.

Biraz sonra tekrar gözlerimi kapayacağım. Işıktan kaçacağım. Ve yarattıklarından. Işıksızken her şey daha bi' benziyor kendine. Yapmak istediklerine daha yatkın geliyor. Oysa, kara ışık, sarılınca varlığa, sımsıkı sarınca onu ve bir de gölge kondurunca ardına (ardı mı dedim; üstü, altı, önü, arkası, olmalı), yavaş yavaş gevşiyor cıvataların tümü; her an kulpundan tutup en uzak deliğe savurmak istiyorum güneşi, ayı, yakamozu...

Peki, ışıkla kendinden geçenleri derleyip zihnimde bir dünya kuran gözlerimi ne yapmalıyım? Aslına bakarsanız, tam da bu noktada Tanrının ne kadar komik olduğu bir defa daha ispatlanıyor: Ben onları daha az önce kapadım. Şunu iyi biliyorum ki, beni bin bir kılığa sokup çıkaran, bir şeyin her şey oluşuydu. Bu, öyle tuhaf bir şey ki, kesilmiş bir tırnak parçasından büsbütün bir canlı yaratmanın kesinliğini duvarlarına dayatarak insanın, solucanları için delikler açıyor birşeyler... Kutsal olan ne varsa, yemdir bu hayvanlara! Ve ben, yem oluşumun farkına vardıkça, gerçeklikten iğreniyorum. Bir yandan da gerçek olandan bu kadar tiksiniyor olmamdan nefret ediyorum: Bir başkası gibi olamıyorum. Kendim gibide...